29 Ağustos 2010 Pazar

Eat, Pray, Love- Ye, Dua Et, Sev


Yazarın kendi yaşadıklarını anlattığı kitapta, bazı karakterlerin isimlerinin değişmesinin dışında kendi yaşamış olduğu öykülerden oluşmaktadır. İtalya, Hindistan ve Endonezya üçgeninde geçen kitap, buraları tanımamıza da olanak sağlıyor. Yazarın mekanları tasvir edişine, gitmiş olduğu yerlerin kültürünü yoğun olarak anlatması çok hoşuma gitti. İlerde bir gün, Güneydoğu Asya ülkelerine yolculuk yapmak istesem sanırım ilk durağım Endonezya olacak, tabi tsunami ve depremleri göz ardı edebilirsem:))

Kitabı geçen hafta aldım, fakat bugün bitirebildim. Çünkü geçen hafta çok yoğundum. Kitabın yeni kapaklı olanından aldım. Yeni kapakta Julia Roberts ve Javier Bardem'in fotosu var. Çünkü bu kitabın filmi de çekildi ve bu ay Amerika'da gösterime girdi. Bizde ise Ekim ayında vizyona gelecek. Kitabın fragmanını da izledim, çok beğendim.

Kitabın konusuna gelince; New york'ta yaşayan evli bir kadının, hayatında bazı şeylerin istediği gibi gitmemesinden ve bazı şeylerin tam olmamasından ve istediği hayatın bu olmadığından sikayet ederek, yaşamını değiştirmeye karar vermesiyle başlar. Eşinden boşanır, bu arada kendine bir sevgili bulur ve boşanma yüzünden elinde ne var ne yok kaybeder. Büyük bir bunalımdan kurtulmak için yolculuga çıkmaya karar verir. İlk durak İtalya'dır. Çünkü İtalyanca öğrenmek istemektedir. 3 ay burada kalır, İtalyan kültürüne alışır, yemeklerine bayılır ve tabi sonuç olarak kilo alır. İkinci durak Hindistan'dır. Aşram'a gider ve orada meditasyon nasıl yapılır onu öğrenir. Gurunun yardımıyla kendi iç dünyasına doğru yolculuk yapar ve ruhunu nasıl dinlendirebileceğini ve iç dünyasını keşfetmeyi öğrenir. Burada da 4 ay kalır. Sonraki durak Endonezya'dır. Bundan tam bir yıl önce buraya bir iş için geldiğinde kendisinin el falına bakan Şifacının dedikleri şimdiye kadar çıktığından, tekrardan şifacıyı görmeye gider. Onu bulur ve arkadaş olur. Endonezya'da hayatının aşkını bulur. Ve Hindistan'da arındırdığı ruhunu, Endonezya'da aşka bırakır:) Kitabı okurken çok eğlendim. Size de tavsiye ederim. Sevgiler

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Just Like Heaven- Cennet gibi

Fransız Yazar Marc Levy bu yıl favori yazarım oldu. Birbirimize söylemediğimiz onca şey adlı kitabıyla başlayan okuma serüvenim, Neredesin adlı kitabıyla devam etti. Marcy Levy'nin en çok okumak istediğim kitabı ise Keşke Gerçek Olsa ile bu kitabın devamı olan Sizi Tekrar Görmek adlı iki kitap benim favorilerim arasında yer almaktadır. Cumartesi akşamı evde boş boş oturmaktansa film izlemeyi tercih ettim. 2005 yapımı Cennet Gibi adlı filmi izlemeye karar verdim. Filmi izlerken Marc Levy'nin kitabına ne kadar benziyor dedim. Kitabı okumadım ama kitabın arka kapağındaki özetini ve kitapla çıkan yorumları okudum. Film bittiğinde merakla yönetmenine ve senaryosuna bakarken evettt:(( doğru tahmin kitap Marc Levy'nin kitabından esinlenilmiş:( Bende artık direk ikinci kitaptan başlarım. Belki de ilk kitabı da okurum. Kitabı okumadığım için, şurası olmamış, ben olsam böyle çekmezdim diyemiyorum.

Film, Bekar, yoğun bir iş temposuna kendi kaptırmış Doktor Elizabeth ile başlar. David ise yalnızları oynayan ve bunalımlı bir karakterdir. Elizabeth ile yolları, Elizabeth'nin dairesini kiralaması ve bir gece Elizabeth'i karşısında görmesiyle başlar. Elizabeth, David'i Hırsız, David Elizabeth'i ruh hastası sanır. Trajikomik bir film olan Cennet Gibi, güzel kurgusuyla izleyici ekrana bağlıyor. Duygusal, komik hafif mistik bir konusu olan Cennet gibi izlenmeye değer diyorum. Fazla ayrıntı vermek istemiyorum. Filmin sihrini bozulmasın:)

27 Ağustos 2010 Cuma

Kate&Leopold- Büyülü Çift


Dün Televizyonda, belki dört kez izlediğim Kate&Leopold filmini bir kere daha izledim. Bu filmi her izlediğimde filmin hiç bitmemesini isterim. :))Genellikle 18 ve 19 yüzyılı anlatan filmlere karşı büyük bir zaafım var. Bu film 21 yüzyıl ile 19 Yüzyıl arasında gidip gelen muhteşem bir film. Kate günümüzden bir karakter, Leopold ise 19 yüzyıldan gelen bir Dük:) aynı zamanda asansörü icat eden mucit. Bu iki farklı yüzyılda yaşayan kişi bir araya gelirse ne olur? Leopold ne kadar kurallara düşkün, asil, kadınlara karşı inanılmaz kibarsa, Kate ise hayatı rahat yaşamayı seven, kurallardan hoşlanmayan bir karakterdir.

Film, Kate'nin üst komşusu aynı zamanda eski sevgilisinin zamanda bir kapı bulup 19 yüzyıl New york'una gitmesiyle başlar. Leopold, farklı bir yüzyıldan gelen bu adamı fark eder ve onu takip eder. Takip etmesi sonucu ikisi kendini günümüz New York'unda bulur:) Film asıl bundan sonra başlar. Birbirleriyle vakit geçirmeye başlayan çift birbirine aşık olurlar. Fakat sorun hangisinin hangi yüzyılda yaşamaya karar verecek olmasıdır. Film, günümüzde eşi benzeri olmayan bir aşk hikayesi:) İyi seyirler

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Oya Baydar ve Kitapları


Oya Baydar ismi aklıma geldiğinde 70'li ve 80'li yılların tarihsel panoraması aklıma gelmektedir. 80'li yılların başında doğanlar olarak, yakın geçmişimizi uzun yıllar öğrenemedik. Özellikle benim ailemde siyaset konuşulmaz, kimse kimseye hangi tarafta olduğunu sormazdı . Halen bizim ailede siyaset konuşulmuyor ya o ayrı bir konudur. Ama sorduğum sorulara mantıklı cevapları her zaman olmuştur. Asla beni bir çölün ortasında susuz bırakmadılar. Ailemin bu davranışları benim hayatımda iyi ve kötü etkileri de oldu tabi. Kötü tarafı, yakın tarihimizi çok geç öğrenmiş olmamdı. İyi tarafı ise her şeye tarafsız gözle bakmamı sağladı Yani sıkıştırılmış bir zihniyetle yönüm belirtilmedi. O yönü ben kendim buldum. Bu yüzden ailemin yapmış olduğunu şeyin ne kadar mantıklı olduğunu gördüm. Şu an kardeşimde aynı süreçten geçiyor ve ailem ona da aynı bana göstermiş oldukları hassasiyeti göstermekteler. Bende bu nedenden dolayı kendi doğrularımı kardeşime kabul ettirmemeye özen gösteriyorum.

Oya Baydar'ın kitaplarından çok şey öğrendim. Çünkü kitaplarının hepsinde sosyal bir olguya yer vermektedir. Kitabı bitirip kapattığınızda hem çok şey öğrenmiş olursunuz hem de olaylara başka bir pencereden bakmanızı sağlar. İlk okuduğum kitap Erguvan Kapısı'ydı. Bu kitabı çok sevdim. İçinde birçok şey anlatıyordu. Yakın geçmişimiz, tarihi mekanlar, ve en önemlisi toplumsal sorunlara parmak basıyordu. Bu kitabı bitirdikten hemen sonra Sıcak Külleri Kaldı adlı romanına başladım. Kitabın 3 sayfasında, bu kitabın aslında Erguvan Kapısı adlı kitabın ilk kitabı olduğunu gördüm. Karakterler aynıydı. Konu aynıydı. Sadece dönem farklıydı. İlk kitapta 70'li yıllar anlatılırken, ikinci kitapta 80'li yıllar ve günümüz anlatılmaktaydı. Erguvan Kapısını okurken, bazı yerlerdeki ayrıntılar, Sıcak Külleri Kaldı adlı kitapta gün ışığına çıkıyordu. Aslında ilk önce ikinci kitabı okumaktan memnunum, çünkü kitabı çok daha gizemli okumama neden oldu. Sıcak Külleri Kaldı kitabının ismini çok beğenmiştim. Bir aşktan geriye avuçlarınızda ne kalabilir Sıcak Küllerden başka... Tabi ki bu kitap sadece bir aşk romanı değil, idealleri uğruna can veren gençler, bir dönemin gençleri, aşkları ve toplumsal sorunları iç içe güzelce anlatılmaktadır.

Yazarın en çok sevdiğim kitabı ise Kayıp Söz'dür. Kayıp Söz aslında şu an içinde bulunduğumuz toplumun sorunlarını ele alıyor. Doğu- Batı ekseninde geçen kitapta, töre, cinayetler ve Kürt- Türk sorunlarını iç içe anlatmaktadır. Kitap gerçekten çok güzel kurgulanmış ve bir solukta okuma olanağı sağlamaktadır.

Kedi Mektupları ve Hiçbir yere dönüş adlı iki kitabı ise 70 ve 80 darbelerinde işkence görmüş, acı çekmiş insanlarını konu ediyor. Kedi Mektupları kitabının güzel tarafı, kediler üzerinden kitabın kurgu edilmiş olmasıdır. Arka planda ise kedilerin sahipleri olan yorgun insanlar ele alınmaktadır. Vatanlarından sürgün edilmiş, acı çekmiş insanların hayatlarına değinilmektedir. Hiçbir yere Dönüş kitabı da Berlin duvarının yıkılmasıyla başlayan süreçte, yine devrimcilerin yaşamış oldukları acılar anlatılmaktadır.

Oya Baydar'ın en son okuduğum kitabı ise Çöplüğün Generali adlı romanıydı. Bu kitap inanılmaz değişik geldi. Oya Baydar sanırım biraz tarzını değiştirdi. Bu kitabı okuduğumda çok farklı bir lezzet aldım. Bu kitabında günümüzdeki olaylara parmak basmaktadır. Çok güzel mesajlar içeren kitapta yine söylemeden edemeyeceğim, çok farklı bir tarz yakalamış olduğu kesindi. Türk kadın yazarları arasında çok farklı bir yeri olan Oya Baydar'ın hangi kitabıyla başlasam diyorsanız. Kayıp Söz ile başlayın, zaten onu okuduktan sonra, diğer kitaplarını elinizden düşüremeyeceksiniz. İyi Okumalar

17 Ağustos 2010 Salı

Marian Keyes- Senden Başka Yok

Bu aralar kitaplarla çok haşır neşir bir durumdayım. Hep belli başlı kitapları okumaktan biraz sıkıldım. Önümüzdeki hafta kitap klubümüzün Ağustos kitabı olan Muz seslerine başlayacağım. Bu arada araya eğlenceli Chic-lit tarzı bir şeyler okumak istedim. Chic-lit tarzındaki kitaplar arasında iki yazarı çok severim. Sophie Kinsella (Pasaklı Tanrıça, Alışverişkolik serisi) ve Marian Keyes ( Tarot ve Çikolata, Senden başka yok, Amma hoş adam) Bu yazarların kitapları hem eğlenceli, hem komik, hem dünyada son trendler hangileri onların kitaplarından öğrenebiliyorsunuz. Onların kitaplarını okurken kahkaha atmamanıza imkan yok. Çünkü gerçekten mizah anlayışları süper. Pasaklı Tanrıça inanılmaz güzel, mutlaka edinin ve okuyun. Ben o kadar parayı Chic-lit tarzı bir kitaba vermem diyorsanız, O zaman cep boyunu alabilirsiniz.

Marian Keyes'in bu kitabı 2 yıldır kitapçılarda gözüme çarpıyor. Hem normal hem de cep boyu olan kitap, kitapçılarda Pasaklı tanrıça ile yan yana koyuyorlar. Bu kitabı almaya bir türlü fırsatım olmadı. Hep bir bahanem oldu. Onun yerine başka kitaplar aldım. En sonunda tamam ben bunu kesin alıyorum dediğim bir zamanda yakın dostum Selmin Abla bana kitabı hediye etti. :) Nedeni ise aramızda kalsın:)

Kitap ilk başta güzel gidiyordu. Sonlara doğru biraz hızımı kaybettim, fazla duygusallaştı ve Chic-lit tarzı kitaplarda bu iç burkan detayları fazla sevmiyorum. Yer yer yine Marian Keyes'in mizah dolu sayfalarına kendinizi kaptırmamanız mümkün değil. Kitabı sevdiniz mi? diye soracak olursanız. Hayır çok beklentimi karşılamadı. Sophie Kinsella'nın Pasaklı Tanrıçası ve Marian Keyes'in Tarot ve Çikolata adlı kitabından çok daha keyif almıştım.

Kitabın konusu, Anna ile Adrian'ın tesadüf sonucu tanışmaları, aşık olmaları ve evlenmelerinin ardından kötü bir süpriz onları beklemektedir. Biraz kitapta P.S I love You kokusu aldım. O filme biraz benziyordu. Belki de film bu kitaptan etkilendi onu tam olarak bilmiyorum. Ama Anna'nın traji komik hikayesinin anlatıldığı kitapta gerçek aşk, sadakat ve özlem konularına değinmektedir. Bir pazar günü boş vaktiniz varsa, okuyabilirsiniz, ama size tavsiyem Pasaklı tanrıçayı alın okuyun. Daha çok eğleneceksiniz:))

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Haftasonunu evde geçirmek

Uzun bir aradan sonra bu yıl ilk defa yazı İstanbul'da geçirmekteyim. Bunun ne kadar yanlış bir karar olduğunu yaşayarak öğreniyorum. Yazları kazılarda geçirdiğim için, İstanbul'un sıcağını hiç yaşamazdım. Kazılarda da ise, "şimdi İstanbul'da olmak vardı, Starbucksta white mocha içmek, İstiklalde bir tur atmak, Asmalımescitte fesleğenli bir çay yudumlamak, alkıma gidip yeni çıkan kitapları incelemek vb" gibi hayallerim vardı. Fakart tek unuttuğum bunaltıcı sıcakların olmasıydı. Bu yaz bunların sadece birkaçını yapabildim. Çünkü bunaltıcı sıcaktan dolayı canım dışarı bile çıkmak istemedi. Bende evdeyken film izledim ve bol bol kitap okudum ve bu aktivitelerime devam etmekteyim. Bu aralar çok ağır kitaplar okudum, bunun dışında mesleki kitaplarıma göz attım. Biraz bunaldım. Her zamanki gibi kafamın dağılması için tek çözüm olan chic-lit tarzı bir kitap okumaktı. Bunun için iki adres var. Sophie Kinsella ve Marian Keyes. İkisinide çok seviyorum. Hem eğlenceli, hem son trendleri kitaplarında yakalamanız mümkün. Bende bu haftasonu evde boş boş oturunca uzun zamandır okumak istediğim Marian Keyes kitabını okumaya başladım. Kitap hem eğlenceli hem de biraz yürek burkucu, ama yine de iyi gidiyor. Kitap biter bitmez yorumlarımı yazacağım.

Sıcaklarla başa etmenin yollarını ararken birkaç öneri verebilirim. Limonlu naneli soğuk su için, hem ferahlatıyor ve hemde sağlıklı. Soda içmeyi sakın unutmayın. :) İyi tatiller.

13 Ağustos 2010 Cuma

İnci gibi Dişler- Zadie Smith




İnci gibi dişler kitabı bundan 10 yıl önce kitap raflarında yerini almış bir romandır. Piyasaya ilk çıktığı günlerde büyük bir çıkış yakalamış ve birçok ödülün sahibi olmuştur. Yurtdışında yılın en iyi yeni yazarı ve yılın en genç yeteneği gibi ödülleri alan yazar günümüzde de halen birçok kişi tarafından okunmaktadır. Bu kitap yazarın ilk kitabıdır ve yazarın başka kitabı bulunmamaktadır.

İnci gibi dişler kitabını kitabevinde gördüğümde fiyatı biraz tuzluydu. Geçenlerde annemle D&R gezerken kitabı indirimde gördüm ve 7.90 tl’ye aldım. Sizde eğer bu kitabı almak istiyorsanız, D&R’dan almanızı tavsiye ederim.

Kitap İngiltere’de üç aile arasında geçmektedir. Bu üç aile her anlamda birbirinden farklı. Biri Hint kökenlerini yanına alıp, İngiltere’de yaşayan ve ingiliz kültürü altında yok olmaktan korkan ve kendi kültürünü yaşamaya çalışan ve bunu çocuklarına aşılamaya çalışan İkbal ailesi . İkinci aile ise erkeğin İngiliz, zenci genlere sahip Jamaikalı bir kadından oluşan Jones ailesinin bu ülkede yaşam mücadelesi anlatılmaktadır. Üçüncü aile ise diğer iki aileden birçok konuda farklı olan Chalfen ailesi. Eşlerin ikiside akademik kariyer yapmış, zengin, çocuklarıyla mutlu mesut yaşayan ve etrafındaki kişilere yardım eden bir ailedir. Bu ailede kadın ingiliz, adam ise yahudi. Kitapta birbirinden bu kadar farklı üç aileyi konu alan kitapta, hristiyanlık, müslümanlık, yahudilik gibi farklı dinleri ele alırken, bu ailelerin dine bakış açıları bazen eleştirel, bazen de olması gerekenmiş gibi gösterilmektedir. Aileler dinlerini korumaya ve diğer dinin etkisinde kalmamaya özen göstermektedir. Özellikle İkbal ailesinin üyesi olan Samet, birçok şeyi günah sayarken, birçok yerde de nefsine yenik düşerek günaha girer. Kitap bu yönde de eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Dinde her şey yasak mıdır? Dinde baskı olmalı mı? Örneğin Jamaikalı Clara’nın annesi, İrie’nin büyük annesi Yehova Şahidi. Bu konuda kızı Clara’ya birçok konuda baskı uygulamakta ve kızını sürekli sıkıştırmaktadır. Clara en sonunda seçimini annesinden değil tam tersine çılgınca bir hayattan yana kullanır. Aynı şey Samet’in ikinci oğlu Millat’ta olduğu gibi. Dinde baskı olmaması gerektiğini vurgulayan kitapta, baskının sonuçlarını yazar karakterler üzerinde göstermeye çalışmıştır.

Kitap bunun dışında başka güzel mesajları içinde barındıran bir kitap. Bir kişi kendi doğup büyüdüğü kendi kültüründen uzaklarda bir başka ülkede yaşadığı zaman, oraya ne kadar uyum sağlar, karşı kültür onun kültürüne ne kadar saygı duyar ve onu benimseye çalışır. Kültürlerin başka ülkelerde yaşamış olduğu sıkıntıları kara bir mizah ile kitapta anlatılmaktadır. Jones’ların Kızı İrie’nin annesi tarafından almış olduğu zenci genleri yüzünden yaşamış olduğu sorunlar, İkbal ailesinin ikizlerinden biri olan Millat’ın kendi müslüman ve hint kültürü ile hristiyanlıkla, ingiliz kültürü arasında sıkışıp kalması ve özentiliğin bir yerden sonra alışkanlığa dönüşmesi ve diğer ailenin bir numaralı oğlu olan Joshua’nın arkadaş edinmede ki sıkıntıları ve uzun yıllar Hindistan'da yaşamış olan Macit'in ailesiyle yaşamış olduğu kültür sorunları da anlatılmaktadır. Bunun yanı sıra İngilizlerin, kendi kültürlerinden olmayan insanlara nasıl davrandıkları ve yapmış oldukları her şeyde bir nedenleri olduklarını ve karşı kültürlere nasıl tepeden baktıkları kitapta yer verilmiştir. Kitap ilk başında okuyunca insanı içine çekiyor ve özellikle sonlara doğru bir dalga gibi kıyıya vuruyor. Siz son bir gayretle sürüne sürüne denize ulaşmaya çabalayıp bu olayı bitirmek istiyorsunuz. Yine de güzel ve eğlenceli bir kitap. İyi okumalar


9 Ağustos 2010 Pazartesi

twilight saga- new moon, eclipse, breaking dawn- Stephenie Meyer

İki senedir edebiyat ve sinema dünyasında büyük yankı uyandıran Stephenie Meyer’in Twilight kitap serisini okuma maceram, bir kız arkadaşımın beni zorla New moon’a götürmesiyle başladı. Çok satanlar rafındaki kitapları okumayı sevmiyorum, tercihte etmiyorum. Bu huyum yüzünden bir çok güzel kitabı sonradan okumak zorunda kalmıştım. Ama, Bestseller olanları hemen hemen hiç okumuyorum. Twilight serisi Alkım’da, Remzi’de vb birçok kitapçıda gözüme çarpıyordu. Fakat Twilight’ın o kapak resmi ve çok satanlar listesinde olması, benim için liste dışı olması için yeterliydi. Bunun dışında birçok arkadaşım sürekli “Edward Cullen” ahhh ve bu benzeri kelimelerle karşıma geçip, sürekli ana karakterin nasıl bir kişilik olduğundan bahsediyorlardı ve bana ” kitabını okumuyorsun bari filmini izle ” diye baskı yapıyorlardı. Ben de inat ettim. Okumayacağım ve izlemeyeceğim. Kitabın konusunu öğrenmek bile istemiyordum. Çok mu büyük konuştum ne?:))

Geçtiğimiz Kasım ayında Twilight’ın ikinci filmi olan “New Moon” gösterime girdi. Ben tabi bunu bilmiyordum. Taa ki arkadaşım beni sabahın köründe arayıp, zorla sinemaya çağırana kadar. Ben halen Yeni ay filminin Twilight serisi oldugundan habersiz Capitol’e gidip biletleri alıncaya kadar. Çünkü arkadaşım Üsküdar’da oturmasına rağmen geç kaldığından, erken gelen ben olduğum için biletleri ben aldım veeee “Allahım bu kader olsa gerek kaçış yok” diyerekten biletleri aldım. Tabi her şeyden habersiz filmi izlemeye girdim. Tek bildiğim Edward’ın vampir, Bella’nın ise insan olmasıydı. Neyse biz filme girdik. Ben tabi vampir deyince aklıma gelen, kan içerler, sarımsak, puttan korkarlar, gece dolaşırlar, tabutta yaşarlar vb. kafamda var. Filmi izliyorum. “Nasıl yani? eee bunlar gündüz dışarı çıkıyorlar”,” Nasıl yani? insan kanı içmiyorlar” ” Yok artık birde güneşte parlıyorlar”. Sürekli arkadaşıma soru sormak zorunda kaldım. Hatta Uğur’un tabiriyle resmen ticky vampilerdi. Sonra Neslihan’a beni bu filme getirdiği ve Sevgili Edward Cullen’la tanıştırdığı için teşekkür ettim. Hatta buradan bir kez daha ediyorum.



O günün akşamı ben kendimi Alkım’da elimde tam 4 adet Twilight serisi kitabını satın alırken buldum. Eve döner dönmez, ilk kitabı o gece bitirdim. New moon’u ertesi gun bitirdim. O gün İzmitten arkadaşım bana yatılı kalmaya geldi. Ben, Nesrin’in yanında çok önemli bir ödevmiş gibi 2 kitabı da bir çırpıda bitirdim. Allahtan Nesrin’de sıkı bir Twilight taraftarı oldugu için beni mazur gördü. Ona da buradan tekrar teşekkür ediyorum. Neyse kitab beni filmden daha çok etkiledi. Çünkü her kitap bir klasiğe gönderme yapılmıştı. İlk kitap Jane Austen’ın Aşk ve Gurur kitabına, ikinci kitap Shakespeare’in Romeo& Juliet’e, üçüncü kitap Emily Bronte’nin Uğultulu Tepelerine gönderme yapılmıştı. Dördüncü kitabı çıkartamadım. Ama en çok ilk kitap ile son kitabı sevdim. Aslında kitap günümüzde sıradanlaşan ilişkileri sorgulamamız için yapılmış bir ironi gibi. Artık bunu vampir yapıyorsa, insan ne yapar dedirtiyor. Ruhu olmayan bir kan emicinin, bu kadar duygusal, bu kadar iyi olması ve aşık olduğu kadını, kendisinden daha çok düşünmesi ve onun için her şeye yapabilmesi, tabiki bütün herkesin gönlünü feth etmesi için yeterli sanırım. Bu Edward hikayesini edebi anlamda yani kitap bağlamında konuştuğum ve eleştirilerde bulunduğumuz Sevgili Selmin Abla’ya da çok tesekkürler, kendisi sayemde kitabı okumadan soğudu. Sevdirmenin yollarını aramaktayım:)) Okumanızı sadece edebi anlamda tavsiye ediyorum.:))




Siddhartha- Hermann Hesse

Alman yazarları arasında çok önemli bir yere sahip olan Hermann Hesse, kitaplarıyla birçok okurun gönlünde taht kurmuştur. Hermann Hesse’nin kitaplarıyla tanışmam 2003 yılına denk gelmektedir. Bu aynı zamanda Üniversiteye girdiğim yıldı. Dünya edebiyatının önemli ve hepsi kendi bölümünde belirli yerlere gelmiş yazarların kitaplarıyla haşır neşir olduğum bu yıllar, edebi alt yapımın şekillenmesini de büyük ölçüde yardımcı oldular.

Üniversite yılları benim için çok sarp ve dikenli yollardan oluşuyordu. Gerek derslerimin ağırlığı, gerek insani ilişkilerimde yaptığım hatalar, yanlış yalan dostluklar ve insanların iğrenç iç yüzlerini görmek vb. yaşadığım bir çok şey, beni edebiyata sığınmama neden olmuştur. İyi ki bu şekilde olmuş. Bu yüzden buradan hayatıma girip bana kazık atan arkadaş dediğim dost dediğim ve şu an arkamda mazi olan herkese sesleniyorum. Size çoook tesekkür ediyorum:))

Siddharta, aslında bir içsel yolculuğun kitabı. Aslında herkesin kitabı. Doğu felsefesini yoğun olarak hissediğildiği bir kitap. Yazıldığı tarihten sonra birçok kitaba esin kaynağı olmuş bir kitap…..

Siddartha, Buddha’nın evden ayrılıp, kendi içsel yolculuğuna çıktığı yaşta evden ayrılması ve kendi içiyle yüzleşmesinin romanı. Aslında o kadar güzel öğretileri varki… Bu kitabı neredeyse 7 yıl önce okumuş olmama rağmen, birçok öğretirisi halen aklımda. İnsan ne kadar karşısındakine öğüt verirse versin, ancak kendi yaşayınca her şeyi anlar ve algılar. Bunun gibi birçok öğretiyi içinde barındıran kitap, insanı okurken kendini sorgulamasına da neden oluyor. Kitabın sonuna doğru, Siddahartha, artık o kadar şeyi aşmış ve geride bırakmıştır ki dalgaların sesini dinlemeyi, onlarla konuşmayı öğrenmiştir. Bu kitabı okuduktan sonra Işık elçileri ve Ferrasini satan bilge adlı vb birçok kitap okudum. Ama hepsinin temelinde bu kitap yatıyordu. Bu kitabı mutlaka okuyun.


Hoşgeldin Ramazan-ı Şerif




Merhabalar, yarın akşam tüm islam alemi Ramazan'a merhaba diyecek. Ramazan bütün yıl çalışan organlarımızın bir ay boyunca dinlemeye çekildiği, kepenkleri indirdiği kutsal bir ay. Ramazan diyince aklıma çocukluğumun geçtiği Fatih gelir. Fatih, İstanbul'da Ramazan'ın etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği bir semttir. Eskiden Ramazan geldiği zaman onunla birlikte şenlik gelirdi evlere, mesela pide eskiden sadece Ramazan ayında çıkardı ve insanlar pide için saatlerce kuyrukta bekler, iftarı da o kuyrukta açmak zorunda kalırlardı. Sahur'a kalkmak bile ne kadar eğlenceliydi. Sahur'a kadar oynanan iskambil ve okey partileri yapılırdı. Sonra şenlikli bir şekilde sahur yemeği yenir ve uykuya gidilirdi. İftar sofraları her zaman en güzel bir şekilde hazırlanırdı. Bizde halen öyledir. Şurası bir gerçekki en çok çeşit hep İftar sofrasında olurdu. Oruçken şunu da alayım, bunu da alayım, iftarda yerim muhabbetlerinden sonra İftar sofrası bir ay boyunca yılın en çeşitli sofrası haline gelirdi. Ramazan diyince aklıma güllaç gelir. Güllaç pastanelerde boy göstermeye başlayınca bilinki Ramazan gelmiş.:)) Güllaç'ın o güzel tadı ve çeşitleri benim için Ramazan'da lezzet duraklarının başında gelir. Güllaç zaten bir Osmanlı geleneğidir. Bir zaman makinesi olsa Osmanlının son dönemlerine ve bir Ramazan ayına gitmek isterdim. Çünkü Osmanlı'da Ramazan şenlikli bir şekilde kutlanırdı. Osmanlı sarayına halktan kişiler hangi dinden olursa olsun iftar açmaya gelirdi. İftarlık dağıtırlardı. Günümüzde artık Ramazan eski şenliğini kaybeder oldu. Kimse Ramazan'ın geldiğinden habersiz gibi. Bazen çocukluğumun Ramazanlarını özler hale geldim. Çünkü çocukken Ramazan demek bir şenlik bir eğlence gibiydi. Şimdi ise artık bu heyecanın günden güne azaldığını görmekteyim. Şimdiden herkese iyi Ramazanlar diliyorum.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Okunacak Kitaplar






Geçen gün kütüphanemde bir hayli okumadığım kitabım olduğunu fark ettim. Bunun üzerine bende kitaplarımı sınıflandırma yapıp okumak için sıraya koydum. Aklıma geleni ve istediğim kitabı satın alıp, kitaplığıma koyduktan sonra onları okumayı unutmuşum. Bu düzene bir son vermek adına, okuma temizliği yapmaya karar verdim. Dün annemle gezerken D&R 'ın önünden geçiyorduk ve 7.90 tl'ye indirime girmiş kitaplar olduğunu görünce kitap almadan edemedim. Piyasa neredeyse 3 katı olan kitabı ben 7.90tl'ye aldım. "İnci gibi Dişleri" hemen satın aldım. Şu an Limon Ağacını ve Marc Levy'nin Neredesin adlı kitabını okuyorum. Bundan sonra okuyacaklarımı ise sıraya koydum. İyi okumalar diliyorum herkese.

1 Ağustos 2010 Pazar

İstanbul Hatırası- Ahmet Ümit




En çok satanlar listesindeki kitapları genelde okumuyorum. Bunu her fırsatta dile getiriyorum. Fakat istisna olan birkaç yazar var. Bunlardan biri de Ahmet Ümit. Kendisinin kitaplarıyla Arkeoloji eğitimim sırasında tanıştım. İlk okuduğum kitabı Patasana'ydı. Hititler dönemine değinen yazar, arkeologların yaşam tarzlarına da değinmekten ziyade, gözler önüne sermekteydi. Kitaptaki birçok şey doğru bir şekilde anlatılmıştı. Tarihe, arkeolojiye bu kadar meraklı olan yazar ve bunu kitaplarında tüm şeffaflığı ile anlatmaktadır. Bab-ı Esrar kitabı da Mevlana ve Şems etrafında dönmektedir. Kitapta, Elif Şafağın anlatmış olduğu Şems'ten biraz farklıydı. Belki bu farklı dallarda kitap yazmalarından ileri gelmektedir. Son okuduğum kitabı ise İstanbul Hatırası'dır. Kitabı Finike'de kaldığım süre zarfında okudum. İki günde kitap su gibi akıp bitti. Bu kitap için yazar 10 yıl üzerinde çalışmış. Kitabı okurken verilen ayrıntılardan, tarihi mekan dokusundan ve anlatış biçiminden yazarın yoğun bir çalışma sonucunda kitabı oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Kitap aslında 7 rakamı üzerine kurulu. İstanbul'un 7 tepesi, 7 sikke, 7 cinayetin anlatıldığı kitapta benim için özel ve güzel bir yanı da nümizmatik alanına yazarın yer vermesidir. Lisans eğitimim boyunca sikke çalışmalarında yer almış olmam, tezimi sikke üzerine yapmam ve şu an Yüksek Lisans tezimde de sikkelere yer verecek olmam kitabı daha dikkatle okumama neden oldu. Kitap gerçekten çok güzel. Her sayfada tarihin arka odalarında gezinirken, Agatha Cristie kitaplarına benzer bir iz sürerek katilin kim olduğunu araştırmak kitabı daha da heyecanlı kılmaktadır. Kitabı okurken, İstanbul'un bilinmeyen yönlerini de görmekteyiz. Kitapta yazarı en takdir ettiğim yönü ise, yazarın insanlara ders vermesi, uyanmalarını ve bilinçlenmelerini sağlamasıdır. Bu kadar güzel bir kentte yaşarken, ona sahip çıkmak yerine, ona zarar vermek ne kadar doğru ? Yazar bu kitapla geniş kitlelere sesini duyararak, İstanbul'un tarihi dokusu ve tarihi yarımada konusunda halkın bilinçlenmesine neden olduğuna inanıyorum. Bir arkeolog olarak ona bu kadar güzel bir kitap yazdığı için sonsuz teşekkürler. İstanbul bizim, ona sahip çıkalım.